Elinizdeki bu meâl bir ÇAĞRI’dır. Kur’an’ın öğüt, uyarı ve müjdesinin bir çağrısı. Bu çağrıya kulak verenler, bu meâli okuduktan sonra, genel olarak Kur’an’ın içeriğinde nelerin olduğunu, nelerden bahsettiğini, dünya hayatına ilişkin, sosyal, ekonomik, kültürel, politik, askerî, hukuki, ahlaki, ailevî vs. alanlardaki öğütlerini, uyarılarını, müjdelerini, evren ile ilgili bilgileri, ahiret ha- yatına ilişkin yaptığı uyarılarını öğrenecek ve kendince bir Kur’an bilgisine sahip olarak kendisine bir yol çizecektir. İşte Kur’an’ı okumak demek budur. Yoksa anlamadan Kur’an’ın Arapça metnini okumak, Kur’an okumak değildir. Kur’an dediğimiz kitap evren ve yaşam kitabıdır. Zaten Kur’an demek, okunan şey demektir. Evrendeki her şey okunabilen bir kitaptır. Bir ağaç, bir çiçek bir damla su, bir böcek, bir hücre ve bizzat insanın kendisi hep okunabilir bir şekilde yaratılmıştır. Hz. Muhammed’e ve tüm insanlara “OKU” denilerek indirilen kitap; evren kitabıdır, yaşam kitabıdır.

O bakımdan tüm insanlar, özellikle de kendisini Müslüman olarak tanımlayanların, “inandım” dediği Kur’an’ın bilgisine sahip olması gerekir. Kişi Kur’an bilgisine sahip olursa kafasındaki yığınla malumatı Kur’an bilgisi ışığında değerlendirir. En önemlisi evreni ve içindekileri yaratan ve insanı var eden yaratıcı kudreti bilinçli olarak kavrar, O’nun uzaklarda değil kendimizde olduğunu, nefesimizi aldırıp verdirenin, şah damarımızdan yakın olanın daima O olduğunu öğrenir. Kur’an’ı insanlara tebliğ etmekle görevlendirilmiş Nebî-Resûl Muhammed’i doğru olarak anlar. O’nun mücadelesini kavrar. Daha önce gelmiş Nebîleri ve onların mücadelelerini bilir. Genel anlamda insanlık tarihinin tüm
10* Sunuş
gelişim evrelerini, Kur’an bilgisi ışığında analiz eder ve doğru olarak değerlendirmeye çalışır.
Bu meâlin en önemli ayırıcı özelliği ve belki benzerlerinden farklılığı, ilme, Kur’an’ın mantığına ve Kur’an’ın kendi kendini açıklaması yöntemine sadık kalınıp, özen gösterilmesi ve olabildiğince Arapça-Farsça kelimelerden arındırılmış ve her insanın kolaylıkla anlayabileceği bir üslup ve sadelikte olmasıdır.
Müslümanlar arasında yaygın olarak, “Kur’an anlaşılması çok zor, harfi bir meâl ve tercüme ile ifade edilemeyen, abdestsiz ele alınması günah olan, lafızlarıyla ibadet edilen, anlamadan sadece Arapçasını okumanın, dinlemenin ve hatta Arapça yazılarına bakmanın ibadet sayıldığı kutsal bir kitap” diye bilinmekte ve bu anlamda öğütler verilmektedir. Böylece Kur’an, sadece inanmayanların değil, inananların bile içinde ne olduğunu bilmediği, anlamadığı; bir grup insanın yüzyıllar önce yaptığı bir anlamlandırmanın, kuşaktan kuşağa taklit yoluyla aktarıldığı bir kitap olarak gösterilmiştir. Biz böyle bir düşüncenin Kur’an’a göre doğru olmadığına, Kur’an’ı herkesin kendince anlayabileceğine, onun raflarda ve yük- sek duvarlarda asılı olarak duracak bir kitap değil, her zaman ele alınıp okunabilecek ve yolumuzu aydınlatacak bir başucu kitabı olması gerektiğine inananlardanız. Meâli dikkatlice okuyan her birey, aşağıda detayları verilecek temel kavramları bilinçli olarak kavrayacaktır.

ALLAH’IN BİRLİĞİ,
SAYISAL “2”NİN YARISI OLAN “1” DEĞİLDİR

Meâli dikkatlice okuyanlar, evreni ve içindekileri yaratan, insanı var eden yaratıcı kudreti ve “Allah’tan başka ilah yoktur” ifadesinin ne anlama geldiğini, bilinçli olarak kavrarlar. Esas itibariyle, tarih boyunca Allah hakkındaki kuşkuların Allah’ın varlığı ile ilgili olmayıp, tekliği ile ilgili olduğunu öğreneceklerdir. Çünkü insanlık, Allah’ın varlığı hakkında hiçbir zaman kuşku duymamıştır. Nitekim Kur’an’ın ilk muhatapları olan ve Muhammed Peygamber’e karşı gelen ortak koşucular, Allah’a inanıyorlardı. (Ankebût Suresi 61)
Teklik anlamına gelen “Tevhid” Kur’an’ın üzerinde durduğu en temel konudur. Öyle ki Kur’an, Allah’ın varlığından çok, tekliğini anlatmaktadır. Allah’ın tekliğinden bahseden ayetler, varlığından bahseden ayetlerden çoktur. Bu da Allah’ın tekliği bilincine ulaşmanın, varlığını kabul etmekten daha zor olduğunu göstermektedir. Allah’ın “tek”liğinden maksat, sayısal anlamda “iki”nin yarısı olan “bir” değildir. Çünkü Allah, zaman ve mekândan arınmış olduğu gibi, sayıdan da arınmıştır. Allah hiçbir şeye benzetilemeyeceği gibi, sayı ile de ifade edilemez. Buradaki “tek” “birleştirici ortak değer”dir. Allah’ın tekliğinden maksat, O’nun bütün insanların ortak Rabbi ve ortak Allah’ı olmasıdır. Bu bakımdan bir kimse, “Allah’a inanıyorum” dediği halde O’nun aynı zamanda bütün insanların ortak Allah’ı olduğunun bilincinde değilse, bu, “Allah’ın tekliği” ilkesiyle örtüşmeyen bir anlayıştır. Aslında hiç kimse Allah’ı inkâr etmiyor. Ne var ki, ötekinin Allah’ı ile, kendi Allah’ının aynı Allah olduğunu içine sindiremiyor. Allah’ın tekliğinin bilinçli olarak kavranmasının ifadesi “Allah’ımız birdir” şeklinde olmalıdır. Kur’an, Allah’ın tekliği ile ilgili olarak şu iki noktada sürekli insanlığı uyarmaktadır:

1- ALLAH’IN YARATICI TEKLİĞİ

Allah, sadece var olan değil, aynı zamanda var eden kudrettir ve var ettikleriyle ilgili yasaları koyan ve yarattığı evreni tümüyle bir düzen içinde sevk ve idare edendir. Tüm varlığı yaratan ve onu yöneten kudret, yalnızca Allah’tır. (A’raf Suresi 54, Yunus Suresi 31)
Yüce Allah, tanrı olmanın en temel özelliğinin, yoktan var edicilik olduğunu, kim yoktan var ediyorsa onun tanrı olabileceğini, tanrılık iddiasında olanların, bir sinek dahi yaratamadıklarını, tam tersi kendilerinin de bir yaratıcıya muhtaç olduklarını ifade buyurmaktadır.
“Ey insanlar! Allah’tan başka yalvarıp-yakardıklarınızın hepsi bir araya gelseler, bir sinek dahi yaratamazlar. Yaratmayı bırakın; sineğin kendilerine vereceği zararı bile önleyemezler.” (Hacc Suresi 73)
Nitekim insanlık tarihinde “evreni ben yarattım” diyen hiçbir kimse çıkamamış, tanrılık iddiasında bulunanlar dâhil, hiçbir güç yaratıcılık iddiasında bulunamamıştır. Allah, sadece “varlığı ben yarattım, ben yönetiyorum” demekle kalmayıp, bunu belgeleriyle kanıtlamakta, herkesin ve her şeyin Allah’ın koyduğu doğa yasalarına uymak zorunda olduğunu, hiç kimsenin bir müdahalede bulunarak onu değiştiremeyeceğini açıklamaktadır.
“Güneşi doğudan doğduran Allah’tır, güneşi kim batıdan doğdurabilir.” (Bakara Suresi 258)
“Allah geceyi devamlı yapsaydı, onu kim gündüze çevirebilirdi? Gündüzü devamlı yapsaydı, onu kim geceye çevirebilirdi? (Kasas Suresi 71,72)
“Allah’ın size lütfettiği su kaynakları kurusaydı, kim yeni su kaynakları temin edebilirdi?” (Mülk Süresi 30)
“Bir düşünün, Allah sizin işitme ve görme duyunuzu alıp, belleğinizi kapasa, Allah’tan başka hangi tanrı onları size geri verebilir?” (En âm Suresi 46)
Bu öldürücü sorulara karşın, tersi bir iddia mevcut olmadığına göre, bu soruları soranın yaratıcılığını kabul etmek doğal bir durumdur.

2-ALLAH’IN RAB BİRLİĞİ

Kur’an’ın insanlığı uyardığı ve sürekli dikkat çektiği en temel husus, “Rab birliği”dir. Allah’ın, herkesin ve her şeyin, yani “Alemlerin Rabbi” olduğu vurgusudur. (Fatiha Suresi 2, Duhan Suresi 8) Evreni ve insanı yaratan Allah, aynı zamanda onun Rabbidir.
Rab, insanı ve tüm varlığı koruyup-gözeten, eğitip-öğreten ve bunu sağlamaya yönelik buyruk ve yasaları koyan, itaat ve kulluk edilecek kudret demektir. Rabbin tekliğini kabul etmek demek, Allah’tan başkasına tanrısal güçler atfederek, O’na ortak koşmamak- tır. İnsanoğlu, tek Allah’tan başka yaratıcı edinmemiş, ama O’ndan başka “Rabler” edinebilmiştir.
“Sadece yaratıcıyı Rab edinerek, Allah’a kul olmaları gerekirken onlar; din adamlarını… Allah ile birlikte Rab edinmişlerdir.” (Tevbe Suresi 31)
O bakımdan Allah, tüm insanlardan sadece “Yaratıcı” oluşunun değil, “Rab” oluşunun da onayını istemiştir.
“…Rabbin insan soyuna, ben sizin Rabbiniz değil miyim? dedi. Onlar dediler: ‘Evet, Rabbimizsin, buna hiç şüphesiz tanıklık ederiz” (A’raf Suresi 172)
Allah yalnızca birilerinin, örneğin sadece Yahudilerin, sadece Hristiyanların, sadece Müslümanların veya başka inanç sahiplerinin değil, bütün insanların eşit ve ortak Rabbidir. Yaratıcı olarak tekliği kabul edilen Allah’ın, “Rab” olarak da “tekliği” kavranılmadıkça. Kur’an’ın üzerinde ısrarla durduğu “La ilahe illallah” (Allah’tan başka ilah yoktur) ilkesi bilinçli olarak kavranmış olmaz. Nitekim önceki kavimler, Allah’ı kabul etmedikleri için değil, Allah’a varmada başka Rabler edindikleri için yıkıma uğramışlardır.
Meäli dikkatlice okuyanlar, dinin, kitapların aynı olduğunu, aynı kaynaktan çıktığını ve aynı amaca yönelik olduğunu, yaratılıştan son nebî Muhammed’e kadar tüm nebîlerin hiçbirinin ayrı bir din kurmadığını, yani Hz. Musa’nın Yahudilik, Hz. İsa’nın Hıristiyanlık, Hz. Muhammed’in Müslümanlık diye bir din kurmadığını, hepsinin “Din Allah’a aittir” dediklerini öğreneceklerdir. Yaratıcı olarak da, Rab olarak da, Allah’ın tüm insanların eşit ve ortak Allah’ı ve Rabbi olduğunu bilinçli olarak kavrayacaklardır. Allah’ın Rab birliği kavranmadığı içindir ki; insanlar birbiriyle çelişen, çatışan birçok dinden ve birçok kitaptan söz etmektedirler. Kur’an sürekli Allah’ın “Rab birliği’nden bahsederek, insanların şirkle kirlenmiş inançlarını, tüm peygamberlere gelen vahiyleri içinde toplayan Kur’an ile temizlemelerini öğütlüyor.
“Ey insanlar! Gerçek şu ki, hepiniz benim yanımda birsiniz. Çünkü Ben, hepinizin Rabbiyim” (Enbiya Suresi 92).
“Tek” olan, yani bütün insanların Rabbi olan Allah’ın, tüm peygamberler aracılığı ile gönderdiği din de tek olup, ayırıcı değil, birleştiricidir.

KUR’AN, SADECE MÜSLÜMANLARIN KİTABI MI?

Acaba, Kur’an sadece kendilerini Müslüman olarak görenlerin kitabı mıdır? Bu soruyu en doğru olarak, bizzat Kur’an’ın kendisi yanıtlar.
Kur’an, başta Tevrat, Zebur ve İncil olmak üzere, geçmiş peygamberlere gelen tüm vahiyleri isim ve içerikleriyle, içinde toplayan bir kitaptır.
“Kur’an’daki bu hükümler, İbrahim’e, Musa’ya ve onlardan önceki peygamberlere verilen kitaplarda da vardır.” (A’la Suresi 18, 19; Enbiya Suresi 105)
“Ey Muhammed, Allah sana kendinden önceki kitapları onaylayan Kur’an’ı indirdi. İnsanlara yol göstermek üzere daha önce de Tevrat’ı ve İncil’i indirmişti.” (Al’i Imrân Suresi 3, 4)
Kur’an, daha önceki peygamberlere atıfta bulunarak 25 peygamberin bizzat adını zikretmekte, mücadelelerinden kesitler sunmakta, Hz. Musa’dan 200’e yakın, Hz. İsa’dan ise, 35 defa bahsetmektedir. Kur’an, tanrısal mesajın sonuncusu ve daha önceki gelen kitapların da kapsayıcısı olduğu için, tüm insanlar, peygamberlerin sonuncusu Hz. Muhammed’in tebliğ ettiği Kur’an’a inanmaya çağrılmaktadır. Unutulmamalıdır ki, bu yol, önceki peygamberlerin de yoludur. Çünkü, Kur’an son mesaj olmasının yanı sıra, orijinal haliyle günü- müze kadar korunmuş bir kitap olduğundan, Kur’an’a çağrı, aynı zamanda diğer peygamberlere gelmiş kitaplara inanmaya da çağrıdır. Tüm peygamberlere gelen vahiyleri içinde topladığına göre, Kur’an, tüm insanların kitabıdır.
Kur’an, belli bir ırkın, bir bölgenin, belli bir zaman diliminin veya sadece kendilerini Müslüman olarak tanımlayanların kitabı değildir. Kur’an, daha önce gönderilen kitapları içinde topladığına göre, o kitaplara inananların, doğal olarak Kur’an’a da inanmaları gerekir. Bu bağlamda Kur’an’ı reddederlerse kendi inandıkları kitapları da reddetmiş olurlar.
Kur’an doğal olarak tarihin belli bir döneminde gelmiş ve belli bir elçi tarafından insanlara tebliğ edilmiştir. Kur’an’ın söyledikleri o tarihsel dönemle ve o coğrafyayla sınırlı değildir; içeriği itibariyle tüm insanlığadır.
Kur’an’ın tüm insanlığın kitabı olmasına en büyük engel, onun güncellenmesine karşı çıkarak, içeriğini ve söylemek istediklerini anlamayıp, ona bağlı kalmak adına, lafızcı bir yaklaşımla, söylediklerini tekrar ederek, geçmişi geleceğe taşıma saplantısıdır. Oysa geçmişin çözüm yollarını bugüne taşımak yerine, bugünün çözümlerini Kur’an’ı anlayıp araştırarak ortaya koymak, daha bilimsel bir yaklaşımdır. Unutulmamalıdır ki, dünün bilgileriyle bugünün sorunları çözülemez. Bilinmelidir ki, geçmiş sadece ders almak içindir. Tekrar yaşanamaz ve yaşatılamaz (Bakara Suresi 134, 141). İlerleyen ve kalkınan toplumlar, bilgili toplumlardır. Geri kalan toplumlar ise, geçmişi tekrar edenlerdir. Kendileri bilgi üretmeyenler, başkalarının bilgilerini; eski bilgileri kullanmaya mahkûmdur. Böyle bir toplumun, “bilgi esası üzerine yaratılan evren kitabının ayetlerinden yararlanması ve ona hâkim olması olanaksızdır.” Bu yüzden din adına söylenenler yaşama ve doğal değerlere uygun olmalıdır. Doğru bilgiye ve doğal ahlak kurallarına dayanmayan dindarlık, dine de insanlığa da saygısızlıktır.

KUR’AN’A GÖRE
EN DEĞERLİ İNSANLAR
BİLGİNLERDİR

Kur’an’a göre en büyük güç bilgi; en değerli insanlar da bilginlerdir (Zümer Suresi 9: Mücadele Suresi 11). Kur’an’ın ilk buyruğu “Oku” (Alak Suresi 1) diye gelmiştir. “Oku” denilen kitap, evren ki- tabıdır; insanın kendi yaratılış kitabıdır. Tüm varlık O’nun vahyiyle var olmuştur, O’nun vahyiyle devam edip gitmektedir. Allah, her varlıktan âlim sıfatının tecellisi olan ilimden insana da lütfetmiştir. İşte her insan kendisine verilen akılla evren ve yaratılış kitabını okuya- bilir. Eğer düşünerek, araştırarak, sorgulayarak, teslimiyetle oku- nursa, evren ve yaratılış kitabı olan Kur’an kendini açar.
Kur’an’ın insan hayatında yaptığı en büyük devrimlerden biri, üs- tünlük ve otoriteyi kişilerden alıp ilme vermesidir. Kur’an’a göre ilmin ayırımı yoktur. Çünkü ilim; insanı, doğayı ve varlığın her türünü araştırıp öğrenmektir. Varlığın tümü, Allah tarafından ve insan yararına yaratıldığına göre, hepsinin ilmi önemlidir. Bu anlamda din ilmi, dünya ilmi gibi ayırımlar Kur’an dışı ayırımlardır. O bakımdan ilmi, din ilmi, dünya ilmi diye ayırmak, kötü niyet yoksa, cehaletin karanlığı demektir.

PEYGAMBER ALGISI VE
SÜNNET ANLAYIŞI

Şurası kesin olan bir gerçektir ki, Kur’an’ı tebliğ eden Peygamber’i doğru olarak anlamak ve algılamak çok önemlidir. Çünkü Peygamber’i doğru anlamak dini doğru anlamanın baş koşuludur. O bakımdan Peygamber’i en doğru olarak anlamak, bizzat kendisinin tebliğ ettiği Kur’an’dan öğrenmekle mümkündür.
Peygamber’i doğru olarak anlamadan, O’nun tebliğ ettiği Kur’an’ı anlayıp kavramak mümkün değildir. Bu bağlamda, Muhammed Peygamber’in çağının ve yaşadığı toplumun gereği olan yaşam tarzını, o coğrafi ve toplumsal koşullar için söylediği kişisel sözleri ve uygulamaları, ayrı ayrı coğrafyalarda, ayrı ayrı zamanlarda ve bambaşka toplumsal koşullarda yaşayan insanlar için de geçerli olması gereken Kur’an ayetleri gibi kabul etmek, Hz. Muhammed’i ve tebliğ ettiği Kur’an mesajını doğru olarak anlamanın önünde en büyük engel teşkil etmektedir.
Öte yandan Muhammed Peygamber’in vefatından 150-200 yüz yıl sonra, “Peygamber buyurdu” diye onun adına söylenen rivayetler, günümüz insanının kolayca kabul edemeyeceği bir peygamber algısı ortaya koymakta ve tüm insanlık için tebliğ ettiği Kur’an adına birtakım sorunlara ve sıkıntılara sebep olmaktadır. Konuyla ilgili olarak birkaç örnek sunalım.
“Ümmi Ayman Radıyallahu anhâ şunu söyledi: “Rasulullah aleyhissalatü vesselam bir gece kalkıp idrarını yaptı. Ondan sonra ben kalkıp içecek su aradım. Su bulamayınca onun (peygamberin) idrarını içtim. Ertesi sabah bunu kendisine (peygambere) söylediğimde tebessüm etti ve: ‘Bundan sonra miden hiç ağrımayacaktır, buyurdu.” (Hâkim ve öteki hadis kaynakları- İsmail ibn Yusuf Nebhani. Peygamber Efendimizin Mucizeleri, Hikmet Neşriyat, c.2, s. 1102)
“Kocanın vücudu irin ile kaplı dahi olsa ve karısı onu yalayarak temizlese, yine de kocasının hakkını ödemiş olamaz.” (Ahmed bin Hanbel. Müsned, V.239, İbni Hacer, 2/121)
“Kadınların dinleri ve akılları eksiktir.” (Buhari)

İşte Peygamber adına söylenenler bunlar ve bunlar gibi yüzlercesi. İnsan bunları peygamber sözü diye okurken ve yazarken utanıyor. Ama bunlar gibi yüzlerce yanlış görüş ve davranışın, ne yazık ki. Müslüman toplumların önemli bir kısmında, İslam’ın bir gereği olarak samimiyetle benimsendiği ve savunulduğu bir gerçektir. Ne yazık ki, böylesi bir peygamber algısı ortaya koymak, Muhammed Peygamber’e ve onun tebliğ ettiği Kur’an’a en büyük iftiradır.

İSLAM NEDİR? MÜSLÜMAN KİMDİR?

“İslam kelimesi, Silm kökünden türemiş if’al kalıbında bir sözcük olup isim ve mastar olarak kullanılır. Silm sözcüğünün İslam kalıbı anlam olarak, kavgadan, savaştan, korkudan, kuşkudan, beladan huzursuzluktan… tüm olumsuzluklardan uzak bir ortam””) demektir. Müslüman kelimesi de, “Tüm bu olumsuzluklardan uzaklaşmış kişidir.
Kısaca ifade edecek olursak Arapça bir sözcük olan “İslam”ın Türkçe anlamı barış, esenlik, huzur vs. demektir. İşte Allah’ın gönderdiği tüm peygamberler, barış, esenlik, huzur içinde bir yaşam ortamını, yani İslam’ı tebliğ etmişlerdir. İslam, fıtrat dinidir, yaratılış düzenidir. O bakımdan, İslam dinini, hiç kimse tekeline alamayacağı gibi, hiç kimse de kendisini onun dışında görmemelidir.
İslam, tüm insanlığın dinidir. Kim, hangi ülke, Allah’ın Kur’an’da bildirdiği kuralları, ilkeleri, çıkar gözetmeden toplumun, insanlığın iyiliği, huzuru ve esenliği için uygularsa, Kur’an’a göre o ülke İslam ülkesidir ve insanları da Müslüman’dır. Müslüman, İslam üzere olan, yani barış ve huzur üzere olan demektir. Dünyanın neresinde bir insan ya da bir devlet barış ve huzur üzere ise, işte o Müslümandır; işte o İslam devletidir. “İslam” ve “Müslüman” kavramları, her- hangi bir zaman dilimi ve özel bir topluluk ya da özel bir coğrafi bölge ve devlet ile sınırlandırılamaz.
Nitekim, Hz. Muhammed’den binlerce yıl önce yaşamış Hz. İbrahim’den Müslüman olarak bahsedilmektedir. (Âl-i İmrân Suresi 67)
Hz. Muhammed’den asırlarca önce yaşamış olan Hz. İsa’ya ve kendisine inananlara da Müslüman denilmiştir. (Al-i İmran Suresi 52)
“…Allah, gerek daha önceki Tevrat, İncil ve diğer kitaplarda, gerekse Kur’an’da size “Müslümanlar” adını verdi…” (Hacc Suresi 78)
Fakat günümüzde “İslam” ve “Müslüman” sözcükleri, sadece Hz. Muhammed dönemini ve sonrasını, hatta sadece Arapların yaşadığı belirli bir coğrafi bölgeyi ifade eden sınırlı ve tarihsel bir anlam taşımaktadır. Bu anlamıyla İslam, bu coğrafyalarda, belli sosyo-kültürel kural ve uygulamalar biçiminde kurumsallaşarak, onun asıl anlamı ve evrenselliği engellenmiştir.
“Müslüman” kavramının anlam ve içeriği yeterince kavranmadığı için, bazı insanlar Müslüman olduğunun, bazıları da Müslüman olmadığının farkında değildir. Müslüman denince belirli sosyo-kültürel, tarihsel mensubiyeti olan ve belirli coğrafyalarda yaşayan toplumlar/devletler akla gelmektedir. Kur’an’a göre ise, bir insanın Müslümanlığı, sözüyle ya da sosyal ve tarihsel mensubiyetiyle değil, ancak inanıp, iyi ve güzel işler üretmesiyle gerçekleşen bir olgudur. (Ankebût Suresi 2, 3)
İslam dini demek, barış ve huzur düzeni demektir. Kur’an, dinin yani düzenin davranışlarını “amel” yani eylem kavramıyla ifade eder. Ancak amelin kaçınılmaz koşulu, “salih” olması, yani insan ve toplum için çıkarsız, zararsız, yararlı ve güzel işler üretmesidir. “Ameli Salih”, tarihsel mensubiyetleri olan ve bir düzen içinde yaşama alışkanlığı olmayan, kabileci ve mezhepçi bir coğrafyada yaşayan insanlara ait, kişisel ibadetler olarak yorumlanıp, kurumsallaştırılarak asıl anlamından uzaklaştırılmıştır.
Halbuki, yaratılıştan beri tüm peygamberlerin tebliğ ettiği ve son peygamber Muhammed ile tamamlanan İslam dininin, yani, barış ve huzur düzeninin en önemli özelliği, insan için olmasıdır. İnsan için olması demek, insan fıtratına, insan doğasına ve insan yararına olan bir düzen demektir. İnsan doğasına ve insan yararına olmayan bir düzenin İslam olamayacağı, bunu kabullenmenin Müslümanlık değil, cahillik olacağı açıktır.

FARKLI DİNLER NEREDEN KAYNAKLANIYOR

Aslında, tüm peygamberlerin tebliğ ettikleri İslam dininin, yani barış ve huzur düzeninin, zaman içinde isim ve içerik itibariyle birbirinden çok farklı durumlara gelmesi ve birbiriyle çatıştırılması, İslam dininin değil, dini temsil (!) edenlerin ve çıkar güçlerinin yaklaşım ve tutumlarının bir sonucudur. Bugünün insanlarının sandığı gibi, peygamberlerin her birisi, bugün birbirinden çok farklı uygulamalarla, birbirinin karşıtı haline getirilen, hatta birbiriyle çatıştırılan üç ayrı İslam’a, üç ayrı dine mensup değillerdi, hiçbiri ayrı bir din kurmadı; yani Musa, Yahudilik, İsa, Hıristiyanlık, Muhammed, Müslümanlık diye bir din kurmadılar. Hepsi “Din Allah’ın” dediler, hepsi “biz Müslümanlarız” dediler.
“De ki, ‘Biz Allah’a, bize indirilen Kur’an’a, İbrahim, İsmail, İshak, Yakup ve torunlarına indirilenlere, Musa’ya, İsa’ya verilenlere inanırız. Bunların hiçbiri arasında ayrım yapmayız. Biz sadece Allah’a ortak koşmadan teslim olanlarız / Müslümanlarız.” (Bakara Suresi 137)
Ne var ki, Hz. Musa’nın tebliğ ettiği İslam, kendinden sonra Yahudiliğe, Hz. İsa’nın tebliğ ettiği İslam, Hıristiyanlığa dönüştürülmüş, Hz. Muhammed’in tebliğ ettiği İslam ise, dar anlamda Müslümanlığa dönüştürülmek istenmektedir. Böylece özünde aynı mesajı taşıyan ve insanlığın en büyük ortak değeri olan evrensel İslam, zaman içinde birtakım çıkarlar uğruna mezheplere ve siyasal ideolojilere dönüştürülmüştür.
Öyle ki, sizin kitap, bizim kitap, sizin peygamber bizim peygamber, hatta sizin Allah bizim Allah tartışmasına kadar götürülmüş ve sonuçta insanlığın fıtrat dini, barış, huzur düzeni, insanların kendi ürettikleri hizipçilik, mezhepçilik, cemaatçilik vs. durumuna sokulmuş, bölücü ve kışkırtıcı bir etken haline getirilmiştir. Öyle ki, bu bölücü ve kışkırtıcılığın boyutları, mezhep kavgaları, tarikat ve cemaat çekişmeleri, din savaşları, din adına işlenen cinayetlere kadar uzanmıştır. Kur’an bunları insanlığın en büyük suçu olarak görmektedir. (Al’i İmrân Suresi 19, 83 ve dev.; 105; En’âm Suresi 159; Enbiya Suresi 92-93; Müminûn Suresi 52-53; A’raf Suresi 159)

KUR’AN MEALİ NEDEN GEREKLİ?

Allah, insanlar tarafından vahyinin anlaşılması için, insanlara kendi dilleri ve anlayışları ölçüsünde buyruklarını indirmiştir. Allah, kendine ait Kelâm’ı, insana ait bir lisan vasıtasıyla beşer seviyesinde indirmiştir. Çünkü lisan, toplumsal bir olgudur. Lisan, insanlar arasındaki iletişime aracılık eder. Kelâm ise, anlamı olan bir vahiydir. Dolayısıyla, lisan kelimesi ister Arapça olsun, ister başka diller olsun, kullanımda hiçbir zaman Allah’a izafe edilmemiştir ve edilemez. Çünkü Allah, tüm noksan sıfatlardan arınıktır. O bakımdan hiçbir zaman, “lisanullah” şeklinde bir ifade kullanılmamıştır. Ama, “kelâm” kelimesi, Allah’a izafe edildiği için, “Kelamullah” şeklinde kullanılmıştır. (Bakara Suresi, 75; Tevbe Suresi, 6: Fetih Suresi, 15. ayetleri inceleyiniz.)
Allah’ın çağlar boyu görevlendirdiği peygamberler ve elçiler, Allah tarafından indirilen vahyi, kelâmı, o elçi, toplumuna kendi lisanıyla tebliğ etmiştir. (İbrahim Suresi 4)
Allah, Kelamını/vahyini, son peygamber Muhammed’e vahyetti; Son peygamber Muhammed’in dili Arapça olduğu için, doğal olarak Allah’tan gelen vahyi, kendi dili olan Arap lisanıyla tebliğ etmiştir. Allah kelâmı, Allah vahyi tüm dünyadaki insanları (inanan-inanmayan) kapsadığı için, her toplum Allah’ın kelâmını, kendi diline çevirip anlamalıdır. Zaten meâl demek; bir cümle içindeki anlamı en anlaşılır bir şekilde, kendi dilimize çevirme çabasıdır.
Eğer, Allah’a ait kelâm ile, insana ait lisan arasındaki ayırıcı özellik dikkate alınmazsa, sanki Allah, vahyi, kelâmı Arapça yazarak göndermiş gibi bir yanılgıya düşülür ki, o takdir de, Arap lisanını kutsallaştırmış oluruz; Arap lisanını başka toplumların lisanlarından üstün ve ayrıcalıklı, kutsal bir dilmiş gibi algılarız.
Ne yazık ki, böyle düşünüp algılandığı için, yüz yıllarca gafiller ve cahiller: “Kur’an, lafızlarıyla ibadet edilen bir kitaptır… Kur’an’ın Arapçasını okumak, dinlemek, yazılarına bakmak da ibadettir. Kur’an’ın Arapça metninin bütün insanlara ulaştırılması gerekir, böylece insanlar manasını anlamasa bile, onunla duygulanma imkânına sahip olur… Kur’an’ın anlamını harfi tercüme yoluyla başka dillere aktarmak mümkün değildir…” gibi anlayışlarla, bilerek ya da bilmeyerek Arap lisanı, Arapça, sanki Allah’ın lisanıymış(1) gibi bir algı, bir inanç yaratılmıştır. Böylece, Arap toplumunun dili, diğer toplumların dillerinden üstün tutulmuş, kutsallaştırılmış ve bu yüzden de Allah kelâmı/vahiy, anlama göre değil de, Arap lisanının dilbilgisi kurallarına göre çevrilip tefsir edilerek, Arap olmayan tüm dünya in- sanları Araplar gibi düşünmeye ve onlar gibi yaşamaya yönlendirilmiştir.

Halbuki lisan, bir iletişim aracıdır; Kelām ise, anlamdır, düşüncedir, yani vahiydir. Allah kelâmının kuralı yoktur, Kural insan için vardır, Allah için kural olmaz. Her lisanın kendine has dilbilgisi kuralları olduğu gibi, Arap lisanının da kendine has dilbilgisi kuralları vardır. Örneğin, diğer birçok dilde, üçüncü şahıs zamiri olarak İngilizcede “he”.”eril”; “she”, “dişil”; Fransızcada “il”, “eril”, “elle “dişil” vb. şeklinde ifade edildiği gibi, Arapçadaki dilbilgisi kurallarına baktığımızda da, üçüncü şahıs zamiri olarak erkekler için “hüve”, kadınlar için “hiye” sözcükleri kullanılır. Sözcüklerdeki erkek (müzekker) kadın (müennes) ayrımı, Arapçada sadece şahıs zamirlerine mahsus olmayıp, isim, fiil ve edat cinsinden tüm sözcüklerin yapısında da kendini göstermektedir.
Ayrıca, Arapçada yine eril (müzekker), dişil (müennes) ayrımlı kelimeler kapsamında bazı genel ilkeler mevcuttur. Örneğin, “Tüm çoğul kelimeler ve cansız nesneler dişil (müennes) kalıp ile ifade edilirken, toplumsal ilişkilerle ilgili sözcükler, örneğin, kanun, yönetmelik, resmi yazılar vs. tamamen eril (müzekker) kalıplarla yazılırlar.”
İşte Arap lisanının bu dilbilgisi kurallarına göre yazılmış Kur’an ayetlerinde de tüm eşya isimleri dişil (müennes) yapılarla yazılmışken, topluma yönelik hükümler hep eril (müzekker) kelimeler ile yazılmıştır. Ama Kur’an’da geçen bu ifadelerdeki eril (müzekker) özellik veya dişil (müennes) özellik, sadece kelâmın, vahyin orijinalini koruyan, Arapça lisanının dilbilgisi kuralları bakımından gerekli olan bir şekil ve yapı şartını ifade etmektedir; ama hiçbir zaman Allah kelamı olan, Allah vahyi olan anlamın, Kur’an metninin anlamlandırılmasına etki etmez. Arapçanın dilbilgisi kuralı gereği, Kur’an ayetleri dişil (müennes) ve eril (müzekker) yapıdaki kelimelerle ya almıştır. Ama, Kur’an ayetlerinin dişil (müennes) veya eril (müzekker kelimelerle yazılmış olmaları dışında anlam olarak dişilikle veya erillikle alákaları yoktur…
Daha iyi anlaşılması için bir örnek verelim. Herkesin bildiği, okuduğu İhlas Suresi’nin ilk ayetini okuyalım. “Gul, huve Allah’u ahad (De ki. O, Allah tektir). Buradaki “hüve” (o) zamiri, Arapçanın dil bilgisi kuralına göre, üçüncü şahıs zamiri olarak erkekler için kullanılır. Şimdi, Arapçanın dilbilgisi kurallarına göre yazılmış bu Arapça Kur’an metnini Türkçeye ya da başka bir dile çevirirken, Arap lisanının dilbilgisi kuralına göre, erkekler için kullanılan “hüve” zamirine bakarak, haşa! “Allah’ı erkek”(!) diye mi, tefsir etmek gerekir? Asla!.. İşte, Allah kelamı ile, Arap toplumunun lisanını aynı gören bilgisiz kişiler, Kur’an’daki eril (müzekker) sözcüklere bakarak, Kur’an’ metnini sadece erkeklere hitap eden, kadınları dışlayan bir kitap gibi tefsir etmiş ve çevirmişlerdir. Arap lisanına göre muhafaza edilmiş Kur’an vahyi, metne dayanarak, yani Arapçanın dilbilgisi kurallarına göre tercüme edilince, mealleri ve tefsirleri okuyanlar sanki, kadınlar ikinci sınıfmış(!) gibi bir düşünceye kapılmakta, -kötü niyetliler bunu istismar etmekte- sanki Kur’an, sadece erkeklere hitap eden bir kitapmış gibi algılanmaktadır. Oysa, Allah’ın böyle bir hükmü söz konusu olmayıp, Kur’an’da erkek-kadın ayrımının yapıldığını düşündürecek bir işaret bulmak mümkün değildir.

HATIRLATMA

Bu meâl bir başucu ya da bir masa üstü kitabı olarak kabul edilip sürekli okunmalıdır. İsteyen başka meâllerle karşılaştırarak da okuyabilir ki, okunması gerekir. Kur’an meâlini ilk defa okuduğumuzda, edindiğimiz anlamları sorgulamadan, düşünmeden kabul etmemeliyiz. Kur’an bütünlüğü içinde düşünerek, anlamlandırılmış ayeti, Kur’an’daki o konuyla ilgili başka ayetlerle de karşılaştırıp, ilişkilendirerek sürekli yeniden okumalıyız. Meâli okurken, okuduklarımızı kendimize hitap ediyormuş gibi okumalıyız. Kur’an’da anlatılan kıssalarda mesajlar vardır. Bu mesajlar yaşantımıza yön vermek içindir. Okuduğumuz kıssaları kendi yaşantımızmış gibi düşünmeliyiz; kelimelere, cümlelere takılıp kalmamalıyız. Anlamını araştırmalıyız, ne anlatmak istediğini ayrıntısına kadar düşünmeliyiz.
Bu meal çalışmamla Kur’an ayetlerinin / vahyin demek istediğini ve evrenselliğini aklın ve bilimsel düşüncenin rehberliğinde, insan ve toplum yararına doğru olarak yansıtmaya çalıştım. Kur’an’ın ayırımcı değil, birleştirici olduğu ilkesine özen gösterdim. Unutulmamalıdır ki, Kur’an vahyinin, insan fıtratına ve sürekli değişen ve gelişen koşullardaki insan yaşamına uygun içeriğini ortaya koyan araştırmaların sürekli yapılması ve insanlara sunulması gerekir. Kur’an’a bu gözle bakıp, güçlü ve bilimsel bir kavrayışla ele alan saygın insanların ortaya koyduğu / koyacağı meâlleri kendiniz için, toplum için, insanlık için daha ileri ve uygulamada Allah’a daha yaklaştırıcı, daha huzur verici ve daha birleştirici buluyorsanız, siz benim anlamlandırdığıma takılıp kalmayınız, öyle olanlarını tercih ediniz ve kendinizi erdemli kılınız. Allah’ın size bağışladığı en değerli varlık olan aklınızı kullanınız. Çünkü Kur’an vahyi, sadece dünün insanlarına, sadece bugünün insanlarına değil, gelecek çağların insanlarına da öğüt, uyarı ve müjde kaynağıdır.
Günümüz insanının kafasını karıştıran şöyle bir düşünceye hepimiz tanığız: “Birçok meâl var, herkes ayrı ayrı şeyler söylüyor, hangisine inanacağımızı şaşırdık…” Böyle bir gerekçe haklı gibi görünse de, aklını çalıştıranlar için doğru değildir. Çünkü samimi bir insanın, özellikle bir Müslüman’ın ilk yapacağı şey, yukarıda da söylediğim gibi, meâli ya da meâlleri okurken, verilen anlamları bizzat kendisinin sorgulaması, burada Allah bize ne demek istiyor, diye Kur’an bütünlüğü içinde kendisinin düşünmesi, konuyla ilgili başka ayetlerle de karşılaştırıp, ilişkilendirmesidir. En önemlisi de, önce kendinizden başlayarak, toplum yararına erdemli bir birey olmaya yöneleceksiniz, sonra da hiçbir bilgiyi körü körüne kabul etmeyeceksiniz. Allah’ın size bağışladığı en değerli varlık olan aklınızı kullanacaksınız.
Geçmişin bize miras olarak bıraktığı bir kültür ve gelenekler süreci vardır ki, bu da bizim tarihimizi oluşturuyor. Bunlar bizim için tecrübe kaynağıdır. Ancak Müslüman, kendi değerlerini, tutkularını, bağlandıklarını ciddi olarak sorgular, bütün bunlar hakkında düşünür. Eğer, biz kendi değerlerimizi, tutkularımızı ve bağlandıklarımızı ciddi olarak sorgulamaz, bütün bunlar hakkında düşünmez, önyargılarımızdan kendimizi kurtaramaz ve kendi değerlerimizi kendimiz tanımlamazsak. İslam’a hep başkalarının tanımlamalarıyla bakacağız demektir. Bir Müslüman’ın İslam’ı doğru olarak anlayabilmesi Müslüman’ın inandığı şeyi ne kadar bildiği ile orantılıdır. Çünkü sadece “inandım” demekle Müslüman kendini kurtaramaz. Şayet biz İslam’a inanıyorsak ve inandığımız İslam konusunda bilgimiz yoksa, bu bir değer ifade etmez. Çünkü inandığımız İslam’ın değeri, onu bilinçli olarak bilmekle doğru orantılıdır.
İslam’ı bilinçli olarak kavrayabilmek, önyargıların, çevrenin, toplumun, geleneğin, tarihin etkisinden ve yanlışlarından sıyrılmakla mümkündür. Bunun da tek yolu Kur’an bilgisine sahip olmaktır. Siz Kur’an bilgisine sahip değilseniz, “herkes Kur’an’ı anlayamaz” derseniz, her Müslüman’ın kendince Kur’an’ı anlama çabasını “dine müdahale” sayarsanız, ölçünüzü kaybetmişsiniz demektir. O zaman siz başkalarının elinize verdiği bozuk ölçülerle işlerinizi tartacaksınız demektir. Unutmayın en sağlam ölçü Kur’an’dır.

“Hiç kuşkusuz bu şerefli bir Kur’an’dır. Allah tarafından korunmuş bir kitaptır. Onu ancak zihinleri temiz olanlar kavrayabilir / anlayabilir. O, âlemlerin Rabbinden indirilmiştir. Siz bu Hadis’i mi küçümsüyorsunuz? Size verilenlere teşekkür edeceğinize, yalanlamayı meslek mi edindiniz?” (Väkia Suresi 75, 76 77, 78, 79, 80)

“… Allah’tan ve O’nun ayetlerinden başka, hangi Hadis’e inanacaksınız?” (Câsiye Suresi 6)

“Allah’tan daha doğru Hadis’li (sözlü) kim olabilir.” (Nisa Suresi 87)

Erdemli kişi; okur, düşünür, anlar ve paylaşır.